Yazı boyut :

İSLÂM MİLLETİ’NİN BAŞ TACI ÜMMET-İ MERHUME’NİN REHBERİ RESÛLULLAH’IN MAĞARA ARKADAŞI HZ. EBÛ BEKİR es-SIDDÎK

Kendileri, Resûlullah SAV. Efendimiz’le bir araya gelmeden ve henüz iman ile şereflenmeden beş sene önce, ticaret amacıyla Şam-ı Şerif’e gitmişti. Seyahati ticaret için olsa da, asıl amacı o günlerde görmüş olduğu bir rüyanın tabiri ve yorumlanması içindi.

Mekke-i Mükerreme’de bulunan alîmlere sorup, tatmin edici bir cevap alamadığı için, Şam ve civarında yaşadıklarını haber aldığı kıymetli bilginlere sormak amacıyla, hem ticaret hem de rüyanın tabiri için Şam-ı Şerif’e gelmişti.

Şans eseri, o günlerde Babil memleketinin emiri, İbnü'l Münzere’de oradaydı. Çok meşhur bir padişahtı. Emir’in geldiğini duyan, Şam ve etrafındaki alîm ve soylular, Şam-ı Şerif’e koşmuşlardı. Ayrıca o sene Şam’da büyük bir panayır, pazar kurulacağı ilan edilmişti. Yerli ve yabancı tüccar ve misafirlere, pazarında kurulacağı, Bina-eş Şecer adında bir mahallede toplanmaları söylenmişti. Bunun üzerine bütün tüccar, alîm ve diğer insanlar orada toplandılar. O kadar kalabalık oldu ki, anlatılması mümkün değildi. Halk, daha öncesinden orada harika birtakım olaylar olacağını konuşuyor ve bunun olmasını bekliyordu. Bu toplanma, Zilhicce-i Şerif’in yirmi beşinci günü gerçekleşti.

Alışveriş başlamadan önce, melik İbnü'l Münzere halka karşı konuşmak istedi. Herkesin köyüne göre sıra olmasını istedi ve öyle yaptırdı. Ön safa, Mekke-i Mükerreme’den gelen tüccarları aldı, arkasına Medine-i Münevvere’den gelenleri ve onun arkasına da Kudüs-ü Şerif’ten gelenleri dizdi. Ticaret için gelen adamlarını bu şekilde sıraladı. Mekke’den gelenlerin toplamı, Ebû Bekir es-Sıddîk Hazretleri ile birlikte üç yüz kişiydi. Melik, herkese yere oturmalarını, alîmlere de ön tarafa gelmelerini söyledi.

Alîmler, öne geçtiler, melik bunlara, “Ey tüccarlar, ey alîmler, ey misafirler ve bölge halkı, sizler de biliyorsunuz ki, biri Necran’dan, biri Yemen’den ve birisi de Mekke’den çıkarak, ahir yani son zamanın Nebi’si olduğunu iddia ediyor. Bunlardan hangisi doğrudur, hangisi yalancıdır, işte bu büyük mecliste bu meseleyi çözeceğiz. Yalan olanlara ceza verip, doğru olana uyacağız. Böyle yapılmasını doğru buluyorsanız, size önderlik edip, mücadele etmeye hazırım. Kabul edenler ellerini kaldırsın, sayılıp bitene kadar da indirmesin” dedi. Ve adamlarına emrederek, kısa bir zamanda saydırdı. Orada, sınıf fark etmeksizin herkes ellerini kaldırmıştı.

İbnü'l Münzere, bu durumdan çok memnun görünüyordu, sayım işi bitince, halka karşı, “Ey Tevrat ve İncil alîmleri, siz ayrılıp, şöyle durunuz” dedi.

Ayrılan kimseler yaklaşık bin beş yüz kişi oldu. Ve bu ayrılan kimselerin içinde Ebû Bekir es-Sıddîk Radıyallahu Anh’da vardı.

Melik İbnü'l Münzere, önce Mekke tüccarlarıyla konuşmaya başladı. Bunların arasında bulunan Ebû Bekir es-Sıddîk Hazretleri’nin yüzüne baktı, sonra bir daha dikkatle baktı ve hayran olan bir ifadeyle, “Yüzünüzde nura benzer bir ifade var, isminiz nedir?” dedi,

Ebû Bekir es-Sıddîk Hazretleri, “Abdullah’tır” dedi.

Melik, tekrar, “Memleketinizde, Nübüvvet iddiasında bulunan kişiyi tanıyor musun? Tanıyorsan ismi nedir?” diye sordu.

Sıddîk Hazretleri, “Adı Muhammed’dir” dedi.

İbnü'l Münzere, “Peki sen O’nun Nebi olduğunu kabul ediyor musun? Yoksa etmeyenlerden misin?” diye sordu. Sıddîk Hazretleri, bu soruya daha cevap vermeden, bir anda bir genç ortaya çıkıp, melik ile Ebû Bekir es-Sıddîk Hazretleri’nin arasına oturdu. Bu durum hem İbnü'l Münzere, hem Sıddîk Hazretleri hem de orada bulunan ve seyreden tüm cemaatin dikkatini çekti ve hayrette kaldılar. Bütün gözler o gence bakmaktaydı.

Hazret-el Üstaz buyurmuşlar,

“Bu genç, 1352 senesinde, ümmet-i merhumeye hizmet edecek olan şabb-ı emreddir. Ve elyevm yani bugün hala hayatta bulunan zatın kıymetli zerresi idi."

Bu duruma Melik İbnü'l Münzere çok şaşırdı, sinirlendi ve, “Ey genç adam, siz kimsiniz? Nasıl bu alîmler meclisine gelip önümüze oturdun? Niye arkaya oturmadın, bu ne saygısızlıktır?” diyerek şabb-ı emredi azarladı.

Delikanlı, “Benim arkada sıradan insanlarla işim yoktur. Hem sen benim adımı, soyumu, sopumu ve nereli olduğumu sorma. Mekke’li tüccara sorduğun soruya cevap vermek için geldim. Gözlerde ne kadar genç, küçük görülüyor ve bu meclise gelip konuşmak ne kadar tuhaf görülüyorsa da, ben sizin temiz bir kalp sahibi melik olduğunuza güvenerek, konuşmama izin verirsiniz diye huzurunuza geldim. Müsaade ederseniz, konuşmak isterim” dedi.

İbnü'l Münzere, “Yaşın küçük olmasına rağmen, sanki büyük bir alîmmiş gibi çok ilginç sözler söylüyorsun. Ufak, küçük sözüne benzemiyor, sen de olağanüstü bir durum olsa gerektir” dedi.

Şabb-ı emred de “Ben zaten fazla konuşup, aklınızı meşgul etmeyeceğim” dedi. Bu sırada, kitap ehli olan alîmler konuşmaya başladı, biraz da sinirlenerek, “Ey genç, siz bir kere kurallara uymuyorsunuz. Çünkü konuşmak isteyen bir kimse, önce soyunu, sopunu, adını ve memleketini söyler. Sonra söz söylemeye sıra gelir. Sen bunları yapmadan, konuşmak istiyorsun, bu durum edep dışıdır, kabul edilemez. Aynı zamanda bu, Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’ın sünnetine de uygun değildir. Mutlaka kim olduğunu söylemen gerekir” dediler. Ve şabb-ı emredi sıkıştırdılar.

Bunlara cevap olsun diye, genç, “Beni buraya yollayan, kim olduğumu söylemem için göndermedi. Kurallara uymam gerektiği de söylenmedi. Beni bu konuda hoş görün” dedi.

Melik İbnü'l Münzere ve alîmlerin dikkat ve hayretleri iyice artmıştı, bir takım alîmlerin ise siniri büsbütün çoğalmıştı. Fakat melik bu gence konuşması için izin verdi.

Şabb-ı emred, “Mekke’de bulunan ve Nübüvvet davasına kalkan kimsenin davası Hak’tır. Ve kendisi Allah tarafından gönderilmiş olan Nebiyy-i Zîşân yani Şan sahibi Nebi’dir. Bu durumu ben size, edille-i kâtıa ve burhan-ı zahiriyye yani görünen ve görünmeyen sağlam delil ve kanıtlarla ispat ederim. Bu, Mekke’li tüccar Abdullah yani Sıddîk-ı Ekber Hazretleri ise o Nebiyy-i Zîşân’a bağlanan ve iman edenlerin en faziletli ve üstün olanı ve O’na iman edenlerin rehber ve tacıdır” dedikten sonra, şabb-ı emred, Sıddîk-ı Ekber’e bakarak, “Mekke-i Mükerreme’de görmüş olduğunuz rüyanın hakikatini, size, delil göstererek, yorumlayacağım” buyurdu ve devam etti, “O gece gördüğünüz rüya hakkında konuşuyorum. Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri, bütün Nebi’lerine, Nübüvvet ve Risalet hakikatlerini bağışlamadan önce, kesin delil olarak Rüya-yı Sâdıka yani doğru rüya gösterir, işaret eder. Size de bağışlayacağı sonsuz mutluluk için bu rüyayı göstermiştir” Bu açıklama ve sözleri, şabb-ı emred, Sıddîk-ı Ekber’in kulağına gizli olarak fısıldadı. Sıddîk-ı Ekber, sevinçli bir yüzle, “Çok hayrette kaldım. Daha geniş ve detaylı anlatınız” dedi.

O an, Sıddîk-ı Ekber’in kalbinde olağanüstü bir değişiklik oldu. Kulağına söylenen sözlerin etkisiyle, Resûlullah Aleyhisselâm’ı tasdik etme ve kendini ve kendi yerini bilme derecesi yirmi dört bin derece arttı.

O zaman dedi ki, “Oğlum, ben seni tanımak istiyorum” Şabb-ı emredde, “Göğsünüze bakınız, dikkatle bakarsanız beni tanır ve bilirsiniz” buyurdu. Bu karşılıklı konuşmalardan dolayı cemaat arasında çok hayret uyandı, sabırsızlıkla o gencin kim olduğunu öğrenmek istiyorlardı ve sonunu beklediler.

Şabb-ı emred, Sıddîk-ı Ekber’e, “Ben fürûyum, (dal, kol, çocuk, torun) asıl değilim, asıl sizsiniz. Ama bazen Allah’ın Hikmeti’ndendir ki, fürûattan asıllara hizmeti öne çıkartır” buyurdu. Sonra, melik İbnü'l Münzere’ye, “Ey melik, buyurun siz de bir söz söyleyin” dedi.

Melik, “Sen, Mekke’li Abdullah ile konuşurken, kulağına gizli bir şeyler söyledin ve O’da sevindi. Bu sevinci yüzünden okunuyordu, acaba ne söylediniz de o kadar sevindi?” diye sordu.

Şabb-ı emred, “Bu Zat, benim O’na söylediklerimi benden daha öncesinden kavrayıp, anlamış ve haberdar olmuştur. Benim bu hizmetim küçük bir hizmettir, aslında O’nun bilmediği bir şey söylemedim” dedi.

Bunun üzerine, Melik İbnü'l Münzere dedi ki, “Hali hazırda elimizde bulunan eserlerden, Cenab-ı Hak Teâlâ tarafından indirilen kitaplardan bildiğimiz bir meseleyi soracağım”.

Şabb-ı emred, “Siz bana meselenin başını söyleyin, bu yeter, geri kalan kısmını, hangi kitap ve hangi Peygamber’e indiğini, ve hepsinin hakikatini olduğu gibi size anlatayım” dedi.

Melik, “Hâtem-ül-Enbiyâ olan büyük Peygamberin alâmet ve mucizesindendir ki, O bu dünyanın ne kadar döneceğini, üstünde ne kadar insan olduğunu, günlerin isimlerini ve bu meselelerin hangi kitapta olduğunu bilmesidir. Sizin Mekke-i Mükerreme’de olan ve Hak Peygamber olduğunu söylediğiniz kimsenin bunları bilmesi lazımdır” dedi.

Şabb-ı emred, “Bu sorularınızın cevapları, Kendilerinden bize geçmiştir. Hepsinin cevabını şimdi vereceğim” diyerek anlatmaya başladı.

“Benî israil Peygamberlerinden en büyük şan sahibi olan Musa Aleyhisselâm’a, daha Tevrat-ı Şerif inmeden önce, Suhuf-u Elvâh yedinci yaprağında bulunan hakikati ben okuyayım, dinleyin” diyerek, okumaya başladı ve sorulan meseleye kadar ki kısmını tam olarak okudu.

Bu sırada, Resûlullah Efendimiz’e ait olan birçok mucizeyi de okudu. Ve cemaate karşı, “Ey cemaat, gönüllerinizde benimle meşgul olun. Diğer düşünce ve hatıraları bırakın, sizin mutluluk ve kurtuluşunuza aracı olacak söz söylüyorum, dikkatle dinleyin. Size bu söylediklerimin hakikatını ben ta küçüklüğümden biliyordum” diyerek, Adem A.s.’dan başlayarak, kıyamete kadar, dünyanın ömrünü, gün ve gecelerin ismini söyledi. Sonra Cenab-ı Hak Teâlâ’nın lütuf ve İlâhi sırlarının tamamını bildirdi.

Melik İbnü'l Münzere, alîmlere, “Ben bu gence başka soru sormayacağım. Şüphesiz, tatmin oldum, başka soruya ihtiyacım yok. Sizin sorunuz varsa sorunuz” dedi.

Şabb-ı emred, “Ya melik, size daha kıyamete kadar meydana gelecek olaylardan haber vereceğim” dedi.

Melik İbnü'l Münzere, “Alîmlerim isterlerse, onlara bildirirsin, bana yeter. Artık İlâhi kitaplarda bulunan, hakiki hükümlerden pek çok meseleyi anlattın.

Bunun üstüne başka soru sormak gereksizdir. Fakat, sizden bir ricam var genç. Sana bu ilim ve anlayış, nereden ve nasıl, hangi kaynaktan verilmiştir?” diye sordu.

Şabb-ı emred, “Ya melik, hiçbir mesele zamanı gelmeden açığa çıkmaz. Bu soruna şimdilik cevap vermeye izin yoktur” dedi. 

Böylece İbnü'l Münzere ve orada bulunan alîmlerin kalplerinde, olağanüstü bir değişim gerçekleşti. Mekke-i Mükerreme’de, Nübüvvet ve Risalet’ini ilan eden Cenab-ı Resûlullah’a karşı, sevgi ile bağlanarak, Resûlullah’ın veçh-i saadet yani mübarek yüzünü görmeden, İman Nuru ile şereflenerek, O’nu tasdik ettiler. Ve İslâmiyet’in şerefi ile şereflendiler. Bu durumu gören cemaatin büyük çoğunluğu da, İman Nuru ile şereflendi ve böylece bu toplantı son buldu. Sonra, şabb-ı emredin verdiği müjde üzerine, İmam Ebû Bekir es-Sıddîk Hazretleri, göğsünü açıp baktı ama bir şey okuyamadı. Göğsündeki kılları tıraş etti, baktı ki yeşil yazı ile yazılmış bir isim gördü. Meseleyi kendi yoluna bıraktı ve konuyu kapadı, ve artık susmayı tercih etti.

Şam meselesine dönersek, söyle buyurmuşlar, Şabb-ı emred, dünya günlerinin isimlerini bildirdikten sonra, o alimlerin içinden on yedi tanesi bütün anlatılanları ezberlediler. Ve bazılarına, gece ve gündüzlerin içinde saklı olan sır hazinesine ulaşmakta kısmet oldu. Hatta, Esteizubillah,

  لَا يَسْتَوِى مِنكُم مَّنْ أَنفَقَ مِن قَبْلِ ٱلْفَتْحِ وَقَٰتَلَ 

la yestevi minkum men enfeka min kablil fethi ve katel - Sizden, fetihten önce Allah yolunda harcayan ve savaşanla, fetihten sonra harcayan ve savaşan bir değildir” Ayet-i Kerime’sinin sırrına ulaşan bazı sahabeler de, Sıddîk-ı Ekber ile bu seyahatteydiler.

Sıddîk-ı Ekber Hazretleri’nin babası Ebû Kuhâfe, dedesi Osman’dır. Bir gün, Sıddîk-ı Ekber efendimiz küçük bir çocukken ve dedesi Osman ile Mekke-i Mükerreme’nin dışında bulunduğu sırada, bir melek taifesi ile toplantı ve görüşmesi oldu. Dedesi Osman bile bu büyük meleklerin, Sıddîk ile görüştüğünü gördü, o topluluğun insanlardan olmadığını anladı ama kimseye söylemedi.

Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri, bu melekleri, Sıddîk-ı Ekber kuluna yardım ve hizmet etmesi için ayırmış ve görevlendirmiştir. Sıddîk-ı Ekber bu yere ne zaman gelse bu buluşmayı hatırlamaktaydı. Melekler ile arasında çok sözler oldu.

Melekler, “Bizler, Cenab-ı Hakk’ın emri ile sana hizmet eden melekleriz ve bu hizmet elli bin senedir sürüyor. Fakat, belirlenen vakit gelmeden sen bu hizmetlerimizin sonucundan haberdar olamazsın” demiş ve Sıddîk-ı Ekber’de bunlardan daha fazla açıklama istemişti.

Bu melekler kıyamete kadar kendisinin hizmetçileridir diyerek, bu şabb-ı emred, Sıddîk-ı Ekber’in özelliklerini anlatmaktaydı. O sırada, orada bulunan alîmlerde bir aydınlanma ve yakınlık ortaya çıkmıştı. Buna rağmen, “Birkaç sorumuz var, müsaade ederseniz bunları sormak istiyoruz” dediler. Şabb-ı emred kabul etti.

Sana’a’dan gelen alîmlerden birisi, “Ey genç bilgin, Babul Lubab’da meleklerle görüşen kişi kimdir?” diye sordu, cevaben, Ebu Bekr es-Sıddîk Hazretleri’ni göstererek, “İşte bu kimsedir” dedi.

O âlim, bu kez, Sıddîk-ı Ekber’e, “Melekler ile görüşmeniz nasıl oldu? Bize anlatınız” dedi.

Sıddîk, “Ben o zamanlar çocuktum. O yerde, bu melekler ile buluşup, görüştüm ama kendileri ile ilgili hakikati ve sırlarını bilmiyordum ve de sormamıştım” dedi. Şabb-ı emred araya girerek, “Orada geçen olayları ben biliyorum. Onlar elli bin sene boyunca size hizmet eden meleklerdir” dedi.

Sana’a’lı âlim ve tüccarlar, bu meleklerin adetlerini ve cesamet yani büyüklüklerini, bir bir anlatan şabb-ı emrede hayran kaldılar. Ve, “Bu meleklerin hizmetlerinden ortaya çıkan mutluluk ve fazilet nedir, nasıldır?” diye sordular.

Şabb-ı emred, “Bu meleklerden bir tanesinin yapmış olduğu hizmet karşılığında, bütün meleklerin yapmış olduğu hizmetlerden ortaya çıkan fazilet ve ikramlar bağışlanır” diye cevap verdi ve bu ikramın, Sıddîk-ı Ekber’den ömrü boyunca meydana gelecek fazilet ve ikramlara eş olacağını da ekledi.

Âlimler yeniden sordular, “Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’dan sonra, halkın en üstünü kimdir?”

“Bu kimsedir” dedi şabb-ı emred, yine Sıddîk’ı göstererek. Ve O’nun hakkında, Kütüb-ü Semâviyye’de inmiş olan ayetlerin hepsini okudu. Bu ayetleri okurken devamlı gökyüzüne bakıyordu.

“Niye semaya bakıyorsunuz?” diye sordu âlimler. Cevaben, “Gelen kitapların hepsinin kendisinde gömülü ve saklı olduğu, Levh-i Mahfûz-u Ekber’e bakıyorum. Bu zat hakkında olan, tecelliyât-ı ilâhiyeyi okumaya çalışıyorum” dedi şabb-ı emred.

Bu sözlerin yüceliğinden, âlimler ve diğer dinleyenler, bu durumu iyice ve detaylıca anlıyorlardı. Sıddîk-ı Ekber Radıyallahu Anh, Resûlullah Efendimiz ile bir araya gelip, görüşerek iman ile şereflenirken, Cibril-i Emin Aleyhisselâm geldi. Şeceretü’l Gavveta’da meydana gelen olayları, Sıddîk’a da sorarak kendilerine bildirdi. Bu olaylar sayesinde, kurbiyet-i veraset açısından en yüksek dereceyi kazandığını da anlattı ve aynı zamanda Sıddîk-ı Ekber’in göğsüne bakılmasını da bildirdi.

O zaman Resûlullah Aleyhisselâm, “Ya Cibril-i Emin, bu Sıddîk’ın göğsünde yazılı olan kimse ile bu yazıyı kendisine haber veren kimselerden hangisi diğerine yardımcı ve hizmetçidir? Bunları bize açıkla” dedi.

Cibril-i Emin, “Ya Resûlullah, Şam’daki toplantıda, o şabb-ı emredden ortaya çıkan hizmet, Cenab-ı Hakk’ın, Sıddîk-ı Ekber’e ayırıp belirlediği, fazilet ve olgunlukların açıklanıp, anlaşılabilmesi için kendisine bir uyarı niteliğindeydi. Şabb-ı emred ile aralarında olan yakınlık ve olgunluk ise, oran olarak, Sıddîk-ı Ekber’in tek bir nefes alırken meydana gelen fazilet ve olgunluklara karşılık değildir” dedi.

Sıddîk-ı Ekber, huzura gelerek iman ile şereflendiği zaman, çok mesrûr yani memnun olmuştu. Şöyle ki, kıyamete kadar gelecek olan ümmet fertlerinin, iman ile şereflendikleri zaman ulaşacakları memnuniyetten, Sıddîk-ı Ekber’in memnuniyeti daha fazla olmuştu. Çünkü, Sıddîk-ı Ekber, bütün Ümmet-i Muhammed’in mutluluk ve kurtuluşunun aslıdır. Özellikle, ümmetin hal ve durumu, zorluk ve tehlikeye düştüğü zaman, kurtulmalarını sağlamıştır ki, bu zorluk ve tehlikelerden üç tanesi şunlardır,

Birincisi, Mirâc günü gerçekleşen büyük seyahat için, müşrikler, ‘Muhammed tamamen hayal kurup konuşuyor’ diyerek taze Müslümanlara, fitne sokup, döndürmek için bütün güçleriyle çalışıyorlardı. Müşriklerin, bu sonu gelmez baskıları karşısında, inananlar, Sıddîk-ı Ekber’e bakıyor ve O’na güveniyor ve nasıl hareket ederse, O’na uyuyorlardı. Bilindiği gibi, ebû cehile karşı vermiş olduğu cevap, inananlara iman kuvveti olmuş ve ilk tehlike böylece atlatılmıştı.

İkincisi, Resûlullah Efendimiz’in, dâr-ül-bekâya geçeceği zaman meydana gelmiş olan olayları bastırıp, Ashâb-ı Kirâm’ı sakinliğe davet ederek, yatıştırdığı tehlikedir.

Üçüncü tehlikeye karşı olan hizmeti ise, peygamberlik davasıyla ortaya çıkan yalancı peygamber müseylime-i kezzab adındaki adamın yok edilmesiydi. Böylece, yeni kurulmuş İslam Devleti’nin dağılıp, yok olma tehlikesini ortadan kaldırmıştı. Eğer Sıddîk-ı Ekber o zaman, varlığı ve ilmi ile olağanüstü bir şekilde mücadele edip, özveride bulunmamış olsaydı, bu tehlikeler Maâzallah, Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşunun son bulmasına ve İslam’ın dağılıp, yok olmasına sebep olurdu. Sıddîk-ı Ekber’in bu hizmetlerinin eserleri, kıyamete kadar geçerli ve kalıcıdır.

Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem Hazretleri, Sıddîk-ı Ekber’in göğsündeki yazıya bir nazar buyurdu. Orada hazır olan, Cibril-i Emin Aleyhisselâm da baktı ve, “Ya Muhammed, bu yazının aslı ve anlamından, vakt-i merhun yani belirlenen gün gelince haber veririm” dedi.

Hazretel Üstaz buyuruyorlar, Resûlullah Efendimiz, hicretin üzerinden iki sene geçtikten sonra, bir gece Sıddîk-ı Ekber ile birlikte, Ravza-i Mutahhara’da oturuyorlardı. Cibril-i Emin Aleyhisselâm geldi.

O zaman, Resûlullah Aleyhisselâm, Sıddîk’a, “Ya Eba Bekr, şu oturduğumuz makam var ya, işte bu ravzama, 1352 senesinde, o gün var olacak ümmetimin hayırlı ve kalp gözü açık olanlarından, yirmi dört bin kimse gelip, toplanacaklar. Ümmetimin büyük günahları, bir saat içinde dokuz yüz bine ulaştıkları her zaman burada toplanırlar. Ya Eba Bekr, bu kadar büyük günahlar işleyip, günah ehli olan ümmetimin affını isteyerek, Allah’ın affını kazandıracak hizmetlerde bulunup, onlar için yalvaracaklardır. Hakiki varis olmaları ve kendilerinde bulunan kuvve-i kudsiye yardımıyla, bütün ümmet fertlerinin, Allah’ın rahmeti ve affına ulaşmalarını sağlarlar. Bu Ricalullah’lar, bu ravzamda her biri, ayrı ayrı duâ edip yalvaracaktır. O zaman,  Zât-ı Akdes Celle Celâlühû Hazretleri’nin, tecellisi o ricâl ümmetime görünecektir. Nokta-yı ûlâ yani o an, Hakikat-i Muhammediyem üzerinde bulunan yardım ve lütuflar ile, bende o Ricalullah ile beraber olacağım” diye açıklamada bulundu.

Cenab-ı Resûlullah, o zamana kadar, hiç kimse ya da topluluğa bu şekilde bir yardım ve lütuf ile aracı ve yardımcı olmamıştır. Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem Hazretleri, bu kuvvet ile ortaya çıkarken, aynı anda yüksek derece ve yetki sahibi olan Ricalullah, Ravza-i Mutahhara’da ayrı ayrı duâ edip, Ümmet-i Muhammed’in içine düşmüş olduğu, felaket ve büyük günah denizlerinden kurtulmaları ve Allah’ın rahmeti ve affına ulaşmalarını sağlayacaklardır. Böyle büyük bir hizmet ne Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’dan ne de Evliyâullah’tan kendi ümmetleri için ortaya çıkmamıştır ve olmayacaktır.

Bu da burada, Ravza-i Mutahhara’da toplanmış olan yirmi dört bin yedi Ricalullah’a bağışlanmış olan Tecelliyat-ı İlâhiye’dir. O mecliste, yedi bin ahrar ve yedi bin de ağyan (hür-kalp gözü açık) hazır bulunacaktır. Ahrar yani hür olanlar, Cenab-ı Hak Teâlâ kendilerini yaratıp, var ettiği andan itibaren bir an dahi kul olma vazifelerinden habersiz kalmayıp, arada perde olmayan kullar demektir. Ağyan yani kalp gözü açık olanlar ise, Resûlullah Aleyhisselâm ile aralarında bir an bile perde olmayan kimseler demektir.

Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem Hazretleri, “Ya Eba Bekr, Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri, bu kimseleri bana vahiyleri ile bildirdi. O gece yapılacak olan hizmetten ortaya çıkacak olan fazilet ve rahmetin yarısı senindir, müjdelerim. Şeceretü’l Gavveta’daki toplantıda başına gelen olaylara delil olan şabb-ı emred, burada gerçekleşecek toplantı ve meclisin baş tacıdır.

O ricâl ümmetlerim içinde, en büyük makam sahibi, bu şabb-ı emred oğlumdur. Alem-i melekûtta, Meşreb-i Muhammediye’min yani yolumun kendisinde gelişip, mükemmelleştiği kimsedir. Ulûm-u evvelîn ve âhirîn yani geçmiş ve gelecek olan ilimlerin ve ulûm-u diniye yani dini ilimlerin kendisinde mükemmelleşmiş ve bunlar kendisine alem-i melekûtta bağışlanmıştır. En yüksek sadakat derecesine ulaşmış olandır ve gelecek ilimleri gösterip, açıklamak için mutlak olarak izinli kılınmıştır. Ya Eba Bekr, Şam’da senden önce söz söyleyen o şabb-ı emred, işte bu derece ve makama sahip olan ricâldir. Sana, meleklerin hizmetleri ile ortaya çıkan faziletlere bu ricâl ümmetim olan şabb-ı emredde ortaktır. Ya Eba Bekr, Zât-ı Akdes Celle Celâlühû Hazretleri’nin tecellisi, ve Hakikat-i Muhammediyemin ortaya çıkmasından dolayı, o mecliste bulunan yirmi dört bin yedi Ricalullahtan, üç yüz on üç ricâl ümmetim, dayanamayarak derhal ahirete göçerler. Bunlar, 1352 senesinde hayatta olan ricâllerdir. Her biri, bir peygamber kabrine defnedileceklerdir. Defin işlerini, büyük melekler yapacak ve Ma-i Kevser ile yıkanacaklardır. Bu melekler, sıddîkiyun melekleridir.

Bu ricâller, Zât-ı İlâhiye’nin tecellisi karşısında öyle bir hale geleceklerdir ki, vücutları eriyerek birer küçük pamuk parçası haline döneceklerdir. Benim kabrim hariç, diğer büyük peygamberlerin kabirlerine konulacaklardır” buyurdu.

Cenab-ı Hak, bütün peygamberlerine, habibi Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetinden, Ricalullah ve büyük Evliya olan kimselerin, kendi Zât-ı İlâhiye’sinin tecellisi yüzünden, ahirete göçeceğini bildirmiştir.

Resûlullah Aleyhisselâm’a, “Ya Habibi, bu ricâl ümmetini, sana refik yani dost kıldım. Onları, size yakın yerlere defnediniz” diye bildirmişti.

Resûlullah Aleyhisselâm, ileriki zamanda meydana gelecek bu büyük olayı, Sıddîk-ı Ekber’e açıklarken, Cibril-i Emin Aleyhisselâm gelerek,

“Ya Muhammed, senin bu Ravzan, çok büyük ve yüce bir içtima yani toplanma, buluşma makamıdır. Manevi kuvvetleri çok yüksek olan varislerinizin toplanma yeridir. Ya Muhammed, bunların toplantısında benim de büyük bir işim vardır. O ricâllerin adetleri yüz yirmi dört bindir. Ayrıca, yedi kişi de, Mesakîl-el Ervah (Parlayan ruhlar) denilen alemdendir. Orada bulunan ümmetin vekilleridirler. O alemin içinde de pek çok alemleri vardır. Orada bulunan ümmet, ne insan, ne cin ne de melektir. Bu yer, Melekûtî ve Nasutî arasında bir yerdir ve oradaki kimseler başka yaratılış üzerine yaratılmıştır. İşte bu yedi kimse onların vekilleridir. Bu toplanmada, bu yedi kimsede büyük bir hizmeti üzerlerine aldılar” diyerek, açıklamada bulundu.

Sonra, Sıddîk-ı Ekber’e, “Ya Sıddîk, bu yedi kimseyi biliyor musun?” diye sordu.

Sıddîk-ı Ekber, “Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resûlullah ve Cibril-i EminAllah a’lemudur” dedi. Cibril-i Emin, bu sefer de, Resûlullah Aleyhisselâm’a sordu ve “Allah a’lemu” yani Cenab-ı Hak daha iyi bilir cevabını alınca, “Mesakîl-el Ervah’tan gelen bu yedi kimsenin idarelerinde, yedi yüz bin milyar adet ümmetleri vardır. Bu kadar ümmetin vekilleridir. Yeryüzünde bulunan her insan ve cine karşılık, o alemde bir milyon ümmet vardır. Ya Muhammed, Ravza-i Mutahhara’nızda, bu cemaatin ahrar ve ağyanından olan büyük Evliya toplanıp, yalvarıp, duâ edince, onlar tarafından anılan ümmet fertlerinizin buraya gelmeleri nasib olur. Ve sizin ziyaretiniz ile şereflenirler. ‘Men zâre kabrî vecebet lehû şefâatî - kim benim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatim vacib, şart olur’ Hadis-i Şerif’inizin sırrına ulaşırlar” diyerek açıkladı. 

O anda, Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri’nden bir nidâ, ses geldi, “Dinleyiniz. Bütün kuvvetiniz ile anlayabilmek için bu sözlere kulak veriniz. Burada gerçekleşen toplantıda, bu Ricalullah’ın lisanı ile anılan ümmet fertlerinden, ümmet-i icâbet olanlar, ümmet-i mutâbaat olanlara, ümmet-i mutâbaat olanlar, ümmet-i mutâvaat sınıfına dahil olurlar. Ümmet-i mutavaattan olanlar ise ağyan yani kalp gözü açık olanların sınıfına dahil olurlar. 

(icâbet, daveti kabul edenler, mutâbaat, davete uyup, tabi olanlar, mutâvaat ise tabi olup, istekli bir şekilde boyun eğenler)

Ya Habibi, işte Ben sana, bu hizmetkarları vermişim. Bunların hizmeti ile şereflenmiş olan ümmeti de vermişim” Cenab-ı Hak bu şekilde buyurunca, Resûlullah Aleyhisselâm hemen ayağa kalkarak, bin rekât şükür namazı kıldı. O’na, Cibril-i Emin Aleyhisselâm ile Sıddîk-ı Ekber’de katılarak, beraberce kıldılar.

1352 senesi, Zilhicce-i Şerif’in on yedinci gecesi, Seyyid-i Kâinat Aleyhisselâm’ın henüz dünya hayatlarındayken işaret ettiği şekilde, sözü geçen bu yirmi dört bin Ricalullah Hazeratı, Ravza-i Mutahhara’da toplanıp, bir araya geldiler. 

Üç yüz on üç Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’ın makam, yol ve huylarının mirasçıları olan büyük zatlar, bu meclisin üzerinde gerçekleşen İlâhi Tecelli’lerin büyüklüğünden, hemen dünya yurdundan ahirete göçtüler. Şerefli bedenleri, birer pamuk parçası kadar küçüldü. Bu olay, daha önceden, Resûl-i Ekrem ve Cibril-i Emin Aleyhisselâm’ın bildirmiş olduğu 1352 senesi Zilhicce ayında gerçekleşti. Ve o melekler tarafından Kevser suyu ile yıkanarak, gerekli olan muamele ve merasim yerine getirildi. Önceki emir ve tavsiyeler gereği, üç yüz on üç büyük Nebi ve Peygamber’in kabirlerine defnedildiler. Sadece aralarından Hayât bin Kays el-Harrânî Hazretleri’ni başka bir kabre koydular.

Cenab-ı Hakk’ın sonu olmayan lütuf ve ikramındandır ki, merasimlerden sonra, ümmetin dokuz yüz bine ulaşan büyük günahlarını affettirmek için yalvarırlarken, ilk olarak bizleri andılar ve duâlarına ortak ettiler. Elhamdulillahi Teâlâ.

Bu mutluluğu anlayıp, yaşayabilmek Ehl-i Yakaza’ya özeldir. Herkesin görüp, anlayabilmesi mümkün değildir.

Mesakîl-el Ervah adındaki ümmet ile benî beşer olan Ümmet-i Muhammed arasında, bu buluşmada teârüf yani tanışma gerçekleşti.

Bu tanışmaya da aracı, o yedi kimse oldu. Ümmet-i Merhume’nin bu kadar mutluluk kazanacağı bu mübarek geceyi haber veren ve onların aracılığı ile bunun hakikatını bildiren ümmetinde, bu nimete karşı şükür olmak üzere yapması gereken görevleri ve edebi vardır. Hatta bu vazife, Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem Hazretleri’nin emridir. 

Cenab-ı Hak, Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’ları, diğer tüm yaratmış olduklarına göre daha saygın, kıymetli ve hürmet edilmesi gereken şekilde yaratmıştır. Mahlukların en üstünü olan Enbiya-i Mürselîn-i Kirâm’lara, eşlik edip yardımcı olan, bu sözü geçen Ricalullah Hazeratı’na, ola ki en ufak bir hizmet bile yapan için, bu ne büyük bir mutluluktur. Ve o hizmette başarılı olmak, o Ricalullah Hazeratı’nın tertemiz, büyük meclislerinde ortaya çıkan fazilet ve İlâhi Yardımlara ortak ve mirasçı olmamız için aracı olur.

Bu nimet, hiçbir kulun, murakabe ve kesbi yani çalışarak kazanabileceği, bekleyebileceği bir nimet olmayıp, doğrudan doğruya Mevhibe-i İlâhiye yani Cenab-ı Hakk'ın bağış ve hediyesindendir. Bu konuda yapılacak görev ve vazifelerin ödülleri, kesin ve şüphesizdir.

Habib-i Azam Aleyhisselâm Hazretleri’nin bildirdiklerinden anladığım şudur ki, bu Ricalullah Hazeratı’na yapılacak hizmet, bir asır boyunca kazanılabilecek fazilete eştir ve kazanmaya aracı olur.

Ya Eyyühe'l-ihvan, demek olur ki, bir kimse bu hizmet ve kutsal vazifeleri yapmakta başarılı olursa, o kimse bir asırlık mutluluğu kazanacaktır. Bu konuda kesin bir şekilde söz verilmiştir. Daha da güzeli, bir asır içinde bütün ümmetin yapacağı ibadetlerin karşılığı olan mutluluğa erişeceği sözü verilmiştir. Bu açıdan, birinci görevimiz, Resûlullah Aleyhisselâm’ın emir buyurduğu göreve tabi olarak, uyarak yerine getirmektir ki, bu da hizmetlerin en büyüğü ve mutluluk sebeplerinin en kıymetlisidir. Buna inanarak Resûlullah Aleyhisselâm’ın emrini yerine getirmek, erenler arasına yani dar’ûl keramete dahil olmaya aracıdır ve buna tam manasıyla inanmak ve kanaat etmek lazımdır.

Ey ihvanlarım, bu bildirilenleri alır almaz (?) önce mutlak bir inanç üzerine, ‘ömrümde böyle mukaddes bir vazifeye hazırlanmadım’ diyerek niyet ederek, taze abdest alırsınız. Sonra iki rekat abdest namazı kılarsınız. Sonra, ‘Huzur-u Resûlullah’ta İslâm ile müşerref oldum’ diyerek, tam bir inanç ile,

Üç Kelime-i Şehadet,

Yetmiş İstiğfar,

Bir Fatiha-i Şerif,

Bir Amenerrasulu,

Yedi İnşirah suresi,

On bir İhlâs-ı Şerif,

Bir Muavvizeteyn okuyarak, bunların sevabını,

İlâ ruhun Nebiyyi ve âlihi ve ehl-i beytihi

ve evlâdihî ve ezvâcihî ve ashâbihî

ve ilâ Ervâhi Eimme-i erbaa 

ve ilâ Ervâhi meşâyihina fittariykatil Nakşibendiyyetil âliyye

ve ilâ Ervâhi cemi-i Enbiya-i Mürselîn

ve ilâ Ervâhi cemi-i Evliyâullah

ve cemi-il mu'minîne vel mu'minât, vel müslimîne vel müslimât,

el ahyâ-i vel emvât, bi-rahmetike yâ erhamerrâhimîn

hassaten 

Ravza-i Mutahhara’da içtima halideyken, Tecelli-i İlâhiye’nin azametinden, ahirete intikal eden, üç yüz on üç Ricalullah-ı Kirâm’ın, Ervah-ı Tayyibe’lerine hediye ettim,

diyerek, birer Fatiha-i Şerif daha okursunuz.

Durumu müsait olanlar, bu şerefli, büyük zatların ruhları için kurban da kesmelidir. Eğer mümkün olmazsa, birkaç ihvan birleşerek kesebilirler.

Sebebi şudur ki, Bu kurbandan akacak olan kan damlalarının adedince, esâret-i ebediyyeden kurtulmalarına sebep ve aracı olur.

Ve buna, Allah Celle Celâlühû ve Resûlullah Aleyhisselâm şahit ve kefildir. Cihâd-ı Ekber’in derecesine eştir, yerine sayılır.

Bundan sonra da,

Yetmiş bin Lâfza-i Celâl çekip,

İki bin beş yüz Salâvat-ı Şerîfe okuyarak,

Bir Kur’an-ı Kerim Hatmi – bilmeyenler üç bin İhlâs-ı Şerif okuyarak, sevabını aynı şekilde o üç yüz on üç Şerefli, Büyük Kimselerin Ruhlarına hediye edersiniz. 

ve minallahi't-tevfik…

Zatların diğer menkıblerini okumak için lütfen ismine tıklayınız.
Hz. Muhammed S.A.V. Ebu Bekir es-Sıddîk R.A. Cibril-i Emin
Anahtar Kelimeler
Hz. Muhammed s.a.v. Hz. Ebu Bekir Cibril-i Emin İbnü'l Münzere