Yazı boyut :

YEDİ YÜZ SENE ÖNCE YAŞAMIŞ OLAN SİLSİLE-İ NAKŞİBENDİ İMAMLARINDAN ALİ er-RÂMÎTENÎ HAZRETLERİNİN ÇOK ÖNEMLİ MENKIBESİDİR.


Ali Râmîtenî Hazretlerinin, Harzem (Türkistan) padişahı tarafından davet edilişi, güzel bir öğüt olması sebebi ile çok önemlidir.

Padişah, Ramazan-ı Şerif’te, âlimler ile Salihleri, tarikata bağlı olanların payitahtı yani başkenti olan Harzem’e davet ederek,

“Sakın ben padişahım diye söylenmesi gereken sözleri terk etmeyiniz” diye de uyarmıştı. Âlimler padişaha, Ali er-Râmîtenî kafir adamdır, zındık yani dinsizdir diyerek, yokluğunda çok iftiralar atarak, şikâyette bulunmuşlardı. Padişahın bu davetten amacı da eğer Ali Râmîtenî hakkındaki iftiralar gerçekse, kendilerini idam etmek, değilse kendisinden fayda sağlamaktı. Hatta âlimler abartarak, padişah olmak istiyor, yüz binlerce müridi var, demişlerdi.

Padişah, tarik olanları, bulundukları sınıflara göre elli bir sofraya ayırdı. Cemaate, “Şeyh-ül İslâm, iftar vaktinin geldiğini söylüyor, iftar edelim” deyince,

Ali er-Râmîtenî,

“Sizin Şeyh-ül İslâm’ın fetvası yani hükmü, bizim için kifayet edebilir mi yani yeterli midir?” diye sordu. Bu sözü padişahı etkiledi, Şeyh cevap olarak,

“Vaktin geldiğini görüyoruz, belli oluyor” deyince, Ali er-Râmîtenî

“Biz dış görünüşe tabi olamayız, uyamayız” buyurdu.

Bütün âlimler bu duruma hayret ettiler. Ali er-Râmîtenî kalben,

“Ya Rabbi, oruç tutmadaki hikmetler, sebepler bizler de tamam olmamış ise, bu orucumuz hakiki değilse, bu yemekleri yenilmeyecek şeylere dönüştürmenizi dilerim. Eğer hakiki ise kalplerimizin emin olması, tatmin olması için, göklerden berrak yiyeceklere dönüştürmenizi dilerim” diye dua etti.

O anda yemekler ateşe döndü. Padişah bu kerâmet yani olağanüstü harikayı görünce,

“Ben Evliyâların kerâmetlerine itikat eder, inanırım. Bunlar şüphesiz oruç değillermiş” dedi. Sonra Râmîtenî,

“Ya padişahım, siz bu iklimin, diyarın padişahısınız. Biz nasıl iftar edelim, söyleyiniz?” dedi, padişaha bir korku geldi,

“Bunu siz daha iyi bilirsiniz, bu yemeği yenilemez hale getiren suçu biliyor olmalısınız” diye cevap verdi ve ‘acaba Şeyh-ül İslâm Müslüman değil midir?’ diye düşündü. Râmîtenî,

“Müslüman ve kafir olanlar için dünya nimetleri, eşit, denktir. Bir yerlerden yemek getirtiniz” dedi. Padişah aşçılara, “Mutfaktan yemek getirin” diye emretti. Aşçılar mutfağa gittiklerinde, yemekleri de çeşitlerine göre ateşe dönmüş buldular.

Râmîtenî’nin duası bu yemekleri de içine almış diye düşündüler.

Râmîtenî, “Teravih yaklaştı, sâim yani oruçlu olanlar açtır. Bir yerden yemek buldurun, eğer bu konuda acizseniz, bu acizliğinizi kapana yakalanmış hayvanlar gibi itiraf edin. Belki burada buna çare bulacak birileri vardır” deyince, Padişah, “Bu derece aciz olduğumu açığa vuramam” dedi. Râmîtenî,

“Öğle vakti çok güçlü ve kendinizden emindiniz. O kuvvetiniz ile elinizdekileri satarak, oruç olanlara yemek getiriniz” deyince de, “Bu konu için mülkümü, malımı teslim edemem” diye cevap verdi.

“Senin malının hakikati ateştir. Bunu bize teslim etmediğiniz sürece, bu malınız ıslah olmaz, düzelmez” buyurdu Râmîtenî Hazretleri. Orada bulunan ve muhaddis yani hadis âlimi olan Hüseyin-i Attârî adındaki bir kimse, “Ben Râmîtenî’yi kabul ettim. Sâhib-ul Emr’i beklemekteyim” dedi. O anda padişahı ıslah edin yani düzeltin diye min-tarafi Resûlullah yani Resûlullah emri geldi. Hüseyin-i Attârî padişaha,

“Siz, yüz yirmi dört bin Enbiyâ ve’l-Mürselîn Hazretlerini tekzîb ediyor yani yalanlıyorsunuz” dedi. Padişah, “Ben Peygamberleri tasdik ederim” deyince, Attârî,

“Onların tasdik etmiş olduğu kimsenin tasdik etmediği yani kabul etmediğini, siz de kabul etmemiş olsaydınız yemekleriniz ateşe dönmezdi. Böyle kimseleri tam manasıyla tasdik etmediğiniz sürece, Peygamberleri yalanlamış olursunuz. Bu mülk yani malının inkırazına yani yok olmasına sebep olur” buyurdu. Padişah,

“O kimse kimdir ki?” diye sorunca,

“Ali er-Râmîtenî’dir” dedi. Padişah, Râmîtenî’nin elini tuttu ve,

“Ben seni ve yüz yirmi dört bin Peygamberi tasdik ederim. Sen o Peygamberlerin varisi yani mirasçısısın” der demez, hemen göklerden bir miktar yemek geldi. Bu yemek helvaydı.

Herkesin yiyeceği yemek üzerinde isimleri yazılıydı.

Bu yemekler sayesinde herkes mutlu ve huzurlu oldu ve Cennet nimetleri kendilerine bağışlandığı zaman kazanacakları kuvveti fark ettiler. Padişahın bu sadakası, tabiîn yani sahabeleri görmüş olanların sadakaları gibi olmuştur.

Evliyâ katında, savm-ı hakikî yani hakiki oruç, mâsivaullah yani Cenab-ı Hak harici olan şeyleri akla getirmemektir. Bu kimseler, bu sevaba ulaşmışlardır. Ali er-Râmîtenî,

“Ahlâk-ı zemime yani kötü ahlak işe me’kul olan, yenilen yemeğin aslı ateşe döndürülür. Biz de bilâ tefekkür yani düşünmeden bu yemeği yemiş olsaydık, ondan meydana gelecek kuvvet, ahlâk-ı habise yani kötü ahlakın neşv ü nemâ yani gelişip büyümesine hizmet edecekti. Böyle olunca, vilâyet-i sugra (şüpheden kurtulmadan ilerlenen yol, Evliyâlığın başı) makamında olanları tasdik etmez, Enbiyâ’yı inkâr eder. İnkâr ve günahlar ile yükselir ve bu başarıları hakiki yani gerçek zanneder” buyurdu.

Ali er-Râmîtenî, bu ahlâk-ı zemimeleri bildirince, oradakiler Ramazan sonuna kadar, geçmiş olan ümmetlerin kendi Peygamberleri tarafından ulaştırılamayacakları kurtuluş ve mutluluğa ulaştılar. Padişah manen, Hamele-i Kur'ân yani O’nu omuzlayan, hafız oldu. Her gece altı yüz rekât namaz kıldı. İbrahim ibn Edhem gibi evinden ayrıldı. Kimse nereye gittiğini bilemedi. Bazı kimseler Büdelâ içine girdi, bazıları nehre düştü dediler. Evinden çıkarken, yemek ve su içmemeye niyet etmiştir. Ola ki bir köyde kendisini tanırlarsa, hemen o köyden çıkarak yirmi dört sene durmadan hareket, yolculuk ederdi. Zülkifl Hazretlerinin kabrine ziyarete gitmiş, yüz yirmi dört bin Peygamber ile bir araya gelip, toplanmış ve orada vefat etmiştir. Peygamberler, dünya nimetlerini haram sayarak, yirmi dört sene tutmuş olduğu orucun iftarını açarken ona hayran olarak, bizleri de unutmayınız demişlerdir.

Padişah, melekler tarafından yıkanarak, kefenlenip kabre konulmuştur. Cennet’ten mevrûs yani miras yoluyla gelmiş olan bez ile kefenlenmiştir. Sonra, “Kulû veşrabû henî-en bimâ esleftum fî-l-eyyâmi-lḣâliye - Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin ve için” ayet-i kerimesi ile Resûlullah’ın elinden üç defa Kevser suyu içmiştir. Bu kadar fazilete ulaşmasının sebebi ise Ali er-Râmîtenî Hazretleri’ni tasdik etmiş olmasıdır.

Yaşamış olduğu bu durum ve başına gelenler, Sâdât-ı Nakşibendiye Şeyhlerinin başlangıç hallerinden sayılır. Râmîtenî Hazretleri, yüz yirmi dört bin Enbiya ile cenaze namazını kıldılar. Padişahın zühdü İbrahim ibn Edhem’in zühdünden daha temiz ve kutsal olsa da kılınan bu namaz, padişahın ömrü boyunca yapmış olduğu ibadetlerden büyüktür.

Talib-i Tarîkat için ilk olarak kendi Mürşidi ve Meşâyihi tasdik etmesi gerekir. Bu Sâdât yani Efendileri tasdik etmedikçe, o tarikat düzgün, samimi olmaz. Sâdâtı inkâr Peygamberleri inkârdır.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de,

“Le emleenne cehenneme – Ey iblis, Andolsun cehennemi seninle ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım” buyurmuştur.

Evliyâların kendi zaman ve asırlarına göre dereceleri vardır. Bazıları bir köy ya da kasaba halkı kadar kimseyi düzeltip, iyileştirmeye memur olur. Daha fazla ilimleri bulunmaz. Başka Evliyânın bir şehri düzeltmeye yetkisi bazılarının da bütün yeryüzünü iyileştirip, düzeltmeye yetkisi vardır ve görevli olurlar.

Nasıl ki kurak toprağın yağmura ihtiyacı olur, bütün Süeda yani rızaya ulaşmış olanlar ve Evliyâların da Ali er-Râmîtenî Hazretleri’ne ihtiyacı vardır. Böyle muhterem bir kimsedir.


Bulundukları zamanda, Irak’ta Şeyh Emrullah Ebherî adında bir âlim vardı. Öğrencileri o kadar çoktu ki Irak’a sığmamış ve dışında on beş bin çadır kurulmuştu. Kendisi hem âlim hem de amil yani görevliydi. Öğrencilerinden biri, bir karpuz kabuğuna basarak ezmişti. Şeyh öğrencisine,

“Cenab-ı Hak, Kur’an’da, vekûnû me’a-ssâdikîn - doğrularla beraber olun buyurmuştur. Senin hakiki dostun olsaydım, Cenab-ı Hakk’ın nimetini tahkir etmez, hor görmezdin. Karpuzun

Neşv ü nemâsı yani onu ortaya çıkarıp, geliştiren kabuğudur. Sen kendi nefsine zalimsin. Kendi nefsine zalim olmak, diğerlerine, başkalarına zulmetmekten kötüdür. Bugünden sonra sana ders okutamam” dedi. Öğrencisi,

“Ya Seyyidi, tövbe kabul olmaz mı?” diye sorunca,

“Evet, kabul olur” diye cevap verdi. Bunun gibi münkerât yani haram olan işleri terk etmesini tavsiye etti ve öğrencisi de hakiki tövbe etti. Bunların konuşmaları devam ederken, siyahi Habeş bir esir kadın gelerek, Şeyh’e karşı,

“Sen kendin suda boğulacak olduğun halde, başka bir yok olanı kurtarıyorsun. Cenab-ı Hakk’ın nimetini hor görmesine neden olan hulk yani ahlak kendisinde olduğu halde, senin söylediklerin ne işe yarar? Ulü'l-emr yani yönetici olarak bu halkı mahvetmek için emretmen gerekirdi” deyince, Şeyh,

“Bunun bana söyledikleri, benim öğrenciye söylediklerimden daha önemli oldu” dedi ve bundan bir miktar ilim alayım diye düşündü.

“Sen kimsin? Görevin nedir?” diye sordu. Kadın,

“Koyun çobanıyım, Sudan’dan geldim” diye cevap verdi. Şeyh taaccüb ederek yani şaşkın bir vaziyette,

“Sudan buradan çok uzak, nasıl geldin?” diye sordu. Kadın,

“Sübhânallah (Allah her türlü eksiklikten uzaktır), ben talebe olmak için geldim. Sen ise ilimden mücerretmişsin yani sende ilim yokmuş, cahilmişsin. Cenab-ı Hak, “ve fevka kulli zi ilmin âlim - her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır” buyurmuştur” dedi. Şeyh,

“Ben senden âlimim demiyorum. Ama iki kimse bir araya gelince, isimleri sorarak, kim oldukları anlaşıldıktan sonra söze başlamak lazımdır” dedi. Kadın,

“Sen Ebu'l Hasan, ben Meymûne’yim” deyince, Şeyh,

“Sendeki ilim cevherini paylaşabilir miyiz?” diye sordu. Kadın,

“Eğer bendekini paylaşırsam müsrif yani israf eden kimseler arasına dahil olmaz mıyım? Sen bu ilmi anlayamazsın. “innehu la yuhıbbul müsrifin - çünkü Allah israf edenleri sevmez” buyrulmuştur. Mal açısından israftansa, ilim açısından israf daha kötüdür” diye cevap verdi. Şeyh, kadına,

“Ben size hayran kaldım. Bu hayranlıktan uyandıran ilmi de bana verdiniz” dedi. Kadın,

“Senin aklın çok yukarıda, söyleyeceğim ilmi nasıl anlarsın?” dedi, Şeyh, “Ben ilacı talep ediyorum” diye cevap verdi. Kadın,

“Öğrenci olsaydın ben seni bir sözle uyandırırdım” deyince, Şeyh kırk bin öğrencisine,

“Bu kadın beni hayrette bıraktı, bana ilim vermediği sürece size ders okutamam” dedi. Kadın, öğrencilere,

“Buraya bakınız” diyerek, üç evin bacalarından çıkan dumanı gösterdi. Dumanı görerek, orada ateş yakılmış olduğunu bilmenin ilme'l-yakîn yani ilme dayalı kesin bilgi olduğunu anlattı. Bu görünen ilmin kendileri için yeterli olduğunu söyledi. Sonra,

“Şimdi, ilme'l-bâtın yani içe, kalbe, manaya ait ilmi bilen kimseden dinleyelim” demesiyle, Hızır Aleyhisselâm geldi. Şeyh’e,

“Ya Şeyh, sen bu kimseden (yani Hızır Aleyhisselâm’dan) ilim iste” dedi. Bunun üzerine Şeyh yirmi dört sene seyahat etti. Seyahatin sonunda, Hızır Aleyhisselâm ile görüştü,

Hızır Aleyhisselâm,

“Oğlum, havass-ı hamse yani beş duyudan biri olan göz kör olursa, bir şeyin siyah ya da beyaz olduğunu ayırt edemezsin. Havass-ı hamse-i bâtına yani kalbe bağlı olan beş duygun (hayal, akıl, şüphe, hafıza, mutasarrıfa) açılmadıkça, hastalıkların doktorunu nasıl bulursun?” dedi. Şeyh, bunun Hızır olduğunu anlayamadı ama yaratılışı temiz, pak olduğundan, Peygamber olduğunu bildi.

“Ya Seyyid-ül Kavm, ben acizim” deyince, Hızır Aleyhisselâm,

“Dünyada büyük kimse yoktur. Bunu sana merhameten söylüyorum” dedi.

O zamanlar, Ali er-Râmîtenî Hazretleri yirmi dört yaşlarındaydı. Kendisi ilim okuturken, etkisinden kuşlar yere düşerlerdi.

Şeyh Emrullah, Ali er-Râmîtenî’nin kapısına varıp orada öğrencilerini görünce, sesi çıkmamış, birbirlerine sarılmışlardı.

“Evlatlarım, neredeydiniz?” diye sorunca, öğrencileri,

“Ya Seyyidi, biz olağanüstü bir şekilde, kendimizi burada bulduk” diye cevap verdiler. Şeyh,

“Burada toplanmış olmanıza şaşırdım” dedi. O gün bayram günüydü. Râmîtenî Hazretleri bayram namazına gelmiş, yirmi dört sene gizlemiş olduğu perdeli yüzünü Şeyh’e göstermiş ve yüzünü gördüğü anda Şeyh için bütün ilm-i hakikî fethedilmiş yani açığa çıkmıştı. Râmîtenî Hazretleri, Şeyh’e,

“Ya Veledi, bazen gözlerde selamet yani kurtuluş bulurlar, sana delil olan, yol gösteren kardeşimiz Hazreti Hızır’dan Allah razı olsun. Kur’an-ı Kerim’de anlayamadığın mesele hangisidir?” diye sordu. Şeyh,

“Cenab-ı Hak, zerrelere elestu birabbikum - Ben sizin Rabbiniz değil miyim? dediği zaman, belâ - evet diye cevap verdiler. Sonra,

li menil mulkul yevm - Bugün mülk, yetki, yönetim kimindir? dediği vakit, cevap veremediler. Meselem budur” dedi. Râmîtenî,

“Sen tarikatı ister misin? Bu kavmin kurtuluşuna delil olan, yol gösteren bu tarikatın hoşluğunu ister misin?” demesiyle, evet cevabını alınca, Şeyh’e,

“Sen talip, talep eden ol, istekli ol, efkâr-ı fukara yani fakirlerin fakiri ol. Bu üç sıfatın sahibi olanlara verilecek ilimler vardır. İlk olarak teslim ve tefviz yani işi sebeplere yapıştıktan sonra Allahü Teâlâ’ya havale etmek gerekir. Ya Şeyh, vücudun yani varlığının, senin için kıymeti nedir?” diye sordu. Şeyh,

“Önceleri, varlığım kendim için kıymetli ve kabul görür vaziyetteydi. Ama esir bir kadınla görüştükten sonra bir değeri, kıymeti kalmadı” dedi. Bunun üzerine Râmîtenî,

“Artık nefsini bana teslim edebilirsin” dedi. Şeyh,

“Zaten buraya onun için gelmiştim” deyince, Râmîtenî Hazretleri,

“Benim iki müridim var. Kaşgar padişahı tarafından açıkça idam edilecekler. Sana bir mektup vereceğim. Birisinin yerine kendin geç ve seni idam etsinler. Buna karşılık olan sevabı, rûz-i mahşerde alacaksın” dedi. Şeyh kabul etti. Kaşgar’a gitti. Kaşgar padişahı da bunu kabul etti. Tam idam edilecekken, kalbine bir düşünce geldi.

“Acaba benim buraya gelmem edep dairesinde olmuş mudur? Yani kurallara, usullere uygun mudur?” diye düşündü. Bu düşünce Râmîtenî Hazretleri katında makbul olmadı ve cihet-i sitte yani altı yönden, herkesin duyacağı bir şekilde,

“Niye yalan söylüyorsun?” diye bir ses duyuldu. Sesi herkes işitti ve çok şaşırdılar. Tam o sırada, padişahın bir çocuğu dünyaya geldi ve idam cezası affedildi. Oradan ayrılarak, Râmîtenî Hazretleri’nin yanına döndüğünde, Râmîtenî Hazretleri kendisine,

“Sen bütün Enbiyâ ve'l-Mürselîn Hazretleri’ni yalanlardın. Bu inkârın gizli olsa da kalbine gelen düşünceler yüzünden artık açık oldu. Artık sende tarikata yer kalmadı. Bana gelen misafirlerin ellerini yıkamak için dışarıda dur” dedi.

Bakınız, âlem-i zerre yani maddi alemi bilip, haberdar olan kimsenin sahip olduğu ilim ve anlayışın, Râmîtenî Hazretleri katında bir önemi yoktur ve makbul değildir.

Râmîtenî Hazretleri, Şeyh’e,

“Ey oğlum, bir kimsenin eline dökmüş olduğun sudan kazanacağın sevap, dünyada Âdem Aleyhisselâm’dan başlayarak, kıyamete kadar kazanacağın ilmin sevabından büyüktür” dedi.

Daha sonra, Hızır Aleyhisselâm ile buluşup, görüştüler. Şeyh’e,

“Sana, toprakların güneş ve suya ihtiyaç duyduğu gibi, bütün yeryüzünün muhtaç olduğu kimseyi işaret ettim. Ama sen kendisinden yararlanamadın. Mazûl olacaktın yani vazifeden alınacaktın. Bari sana verilen vazifede azmetseydin, gayret gösterseydin ve sebat etseydin, dayanarak, kararlı olsaydın” diyerek, azim ve sebat göstermeyi, kendisine tavsiye etmiştir.

Bu ikisi var olmadıkça, ne kadar gayret edilse de tarikat olmaz.

Sonraları, Şeyh Emrullah Ebherî, Ali er-Râmîtenî Hazretleri’nin halifesi olmuştur. Halifeliği verirken, yüz yirmi dört bin Enbiyâ ve'l-Mürselîn Hazretleri’ni davet ederek,

“İşte bu kimse, bizim dairemize katıldı, dahil oldu” buyurdu.

Sonra, Şeyh’e,

“Sen bir kimseyi hidayet etmek yani doğru yolu göstermek isterken bütün yeryüzünü hidayet etmek ister misin? Eğer istersen, senin için kapı açık, fethedilmiştir. Bak, biz bir evin içinden duman geldiğini görürsek, orada ateş yandığını biliriz. Bunu bilebilmek ilme'l-yakîn yani kesin bilgidir. Ama binlerce sene sönmeden yanıyorsa ya da gözlerimiz bağlı olup da yanına gidersek, bunun ne için yandığını bilemeyiz. Veya uzakta bir hayvan görmek gibi. Hayvanın öküz ya da inek olduğunu anlayamayız. Çünkü hamse-i bâtına yani kalbe bağlı olan beş duygumuz kapalıdır. Bunların açılması şarttır. Başka ilaç yoktur” dedi.

Şeyh Emrullah Ebherî, aynı kör bir kimse gibi, yirmi dört sene yollarda seyahat etti. Sonra Hızır Aleyhisselâm aracılığıyla, tarikat ve hakikatten ne kadar uzak olduğunu anladı.

Ali er-Râmîtenî Hazretleri tarafından, üçüncü kere imtihan edildi, bu imtihanda da mağlup oldu. Fakat daha sonra, ufak bir vazife sayesinde, hakikate ulaştırıldı. O’nun irşadı ile öğrenci ve bağlı olanlar, kurtuluşa ereceklerdir. Hızır Aleyhisselâm,

“Kırk kişi ile karşılıklı görüştüm fakat Ali er-Râmîtenî gibi tarikat hüküm ve esaslarını uygulayana rastlamadım” buyurdular.


6 Cemâziye'l-âhir 1337

Şerafuddin

Zatların diğer menkıblerini okumak için lütfen ismine tıklayınız.
Ali Râmitenî K.S.
Anahtar Kelimeler
ramazan ayı