Yazı boyut :

BİŞR-İ HÂFÎ KADDESALLAHU SIRREHUL HAZRETLERİ’NİN MENKIBESİDİR


Kendileri, yani Bişr-i Hâfî Hazretleri, büyük Evliyâullah’tan bir zât idi. Bir vakit, hayırlı ağızlarından çıkan tükürük bir mezarlığa düştüğünde, o mezarlıkta bulunan bütün ölmüş olanlardan kıyamete kadar çekecekleri azap, eziyet ve sıkıntılar yok oldu.

Bu hayırlı insan yalın ayak gezer, asla ayakkabı giymezdi.

“Sen neden çıplak ayakla geziyorsun?” diye sorulduğunda,

“Cenab-ı Hak huzurunda yemin edip söz verirken de çıplak ayaklaydım” dermiş. Kendileri, İmâm Ahmed bin Hanbel (Hanbeli) zamanında yaşamış, bulunmuşlardı.

On üç çocuğu vardı ama onları babasız bırakmış, hiç bakmaz, ilgilenmezdi. Kız kardeşi çocukların geçim, beslenme ve terbiye işleri ile ilgilenirdi. Gece gündüz iplik yapar, kazandığı para ile o evlatlara bakardı. Geceleri evde yakmaya lamba olmadığından, kendilerine komşu olan Halife’nin lambasından gelen ışıktan yararlanır ve çalışırdı.

Bir gün İmâm Ahmed bin Hanbel’e sordu, “Ya İmâm, ben on üç tane babası ve kimsesi olmayan çocuklara bakan bir hatunum. Ama gece çalışırken yakmak için lamba olmadığından, Halife’nin evinden gelen lambanın ışığı altında çalışıyorum. Acaba bunun bir sakıncası olur mu?”

İmâm Ahmed bin Hanbel R.a. dedi ki, “Kız kardeşim, siz kimlerdensiniz?”

Cevaben, “Ben Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşiyim. Baktığım çocuklar da O’nun çocuklarıdır” dedi.

İmâm Ahmed bin Hanbel R.a. buyurdu ki, “Size sakıncası vardır, olmaz. Sizin gibi Allah'tan korkup, günahlardan sakınan (Ehl-i Takvâ) ve haram ve helâl ya da haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınan (Ehl-i Verâ) kimse için o zalimlerin bir şeyinden yararlanmak mümkün olamaz”

Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi yanından ayrıldıktan sonra, İmâm, “Sizin gibi, dünya malından vazgeçmiş olan ve Allah’ın emirlerine uyup O’ndan korkana (Zühd-Takvâ) yakışır mı ya!” dedi. Dünyada felaketlerden, ahirette azaptan kurtulmak için iki şey gerekir. Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmak. Takvâ ve Verâ böyle olmalıdır.

Bir gün Bişr-i Hâfî Hazretleri bir yerden geçerken, Yahudi topluluğuna denk geldi. Topluluğun önünde bir ruhban, rahip vardı. Bir de cenaze vardı ki, gömmek için mezarlığa götürüyorlardı. Bişr-i Hâfî bir ses duydu,

“Ya Bişr-i Hâfî, bu gömülecek olan cenazenin, Müslüman mezarlığına gömülmesine sebep olursan, Kıyamet günü ne arzu edersen veririm”

Bişr-i Hâfî hemen topluluğun önüne geçti ve “Durun ey cemaat” dedi. Topluluk durdu.

Bişr-i Hâfî, “Bu cenazeyi bana veriniz, bağışlayınız” dedi. Yahudiler,

“Deli misin nesin sen? Bu bizim çok değerli ve sevdiğimiz komşumuzdur. Sana mı vereceğiz?” dediler.

Bişr-i Hâfî, “Bir adam ölünce, hangi dine ve hangi millete aitse, o millet onun cenazesini gömer ve dini merasimini gerçekleştirir. Bu adam sizin aranızda bulunmuş ve ömrünü sizin milletten olarak geçirmiş ve yaşamış olsa da son zamanlarını Din-i Ahmediye yani Müslüman olarak yaşamıştır. Bu adam bizdendir” buyurdu.

“Sözünüzün doğru olduğuna bir işaretiniz ya da bu konuda bir kanıtınız var mıdır?” diye sordular.

Bişr-i Hâfî, “Allah’ın birliğine inanan, Din-i Celil-i Ahmediye’ye bağlı olan biri için ölüm yoktur. Sadece bir evden ya da odadan bir başkasına geçmek gibidir” dedi ve ölmüş olana sordu,

“Ya Hâzâ, söyle bakalım, sen hangi millet ve ümmettensin?”

Ölmüş olan, hemen tabutun içinde oturur hale gelip, Kelime-i Şehadet getirdi. 

Bu olağanüstü, hayranlık veren durum üzerine, Yahudi topluluğu cenazeyi Bişr-i Hâfî’ye vermeye mecbur kaldı.

Bişr-i Hâfî, Müslüman topluluğu ile Müslüman mezarlığına, dini merasimi gerçekleştirerek gömdüler. 

Yahudi topluluğu da bu yaşadıkları harika durum üzerine, Din-i İslâm ve Şeriat-i Muhammediye’nin kudsiyetini anlayarak, İslâm ile şereflendiler. Cenaze gömüldükten sonra, şehrin ileri gelenleri ve alimleri sordular,

“Bu hadise nasıl gerçekleşti, kim aracı oldu?” diye bilmek istediler. İman etmiş olanlar,

“O kimseyi bilmiyoruz ve tanımıyoruz ama çıplak ayakla gezen bir adam aracı oldu” dediler.

Alimler, Bişr-i Hâfî olduğunu anladılar ayrıca bu yahudinin İslâm ile şereflenmesinin sebeplerini anlamak istediler.

Yahudiler’den birisi,

“Bir gün, bu şehirden bir Müslüman kafilesi geçiyordu. Aylardan Ramazan ayı idi. Yorgun ve susuz kalmış olan bu topluluk burada dinlenip istirahat etmek için bir gölgelik bulmak istediler. Fakat kimse bunların kendi evlerinin gölgesinde oturmalarına razı olmadı ve izin vermediler. Bu ölmüş olan ise bunları kabul etti ve serinlik olsun diye oturacakları yere su serpti ve bir serinlik yaptı”

O zaman bu topluluk Cenab-ı Hakk’a duâ edip yalvardılar, “Ya Rabbi, bu adam bize nasıl izin verip dinlenmemizi sağladıysa, Sen de bunu cömertliğinle ikram et ve istirahatini sağla” diye.

İkinci sebebi ise, geçen sene Ramazan Bayramı günü, güzel giyinmiş bir babasız çocuğa rastladığında, o çocuğu severek başına elini sürdü. O zaman Ümmet-i Muhammed’in bayram gününü tebrik ve kutlamak için yeryüzüne inmiş olan melekler bunu gördü. Melekler, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’a bu durumu anlattılar. Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’da onu ödüllendirmek için söz verdi ve bunun iman ile ölmesi için aracı oldu ve yol gösterdi.

Bütün hayatını Yahudi olarak geçirmiş bu adama, yaptığı bu küçücük iki hizmetten dolayı, iman ile ölmek nasip olmuştur.

Ömrünü Müslüman olarak geçiren ve bu mübarek, bereketli günlerin kıymetini bilen, İman ve İslâm ehli olanlara, Cenab-ı Hakk’ın ne gibi lütuflar ve iyilikler bağışlayacağını düşünmeliyiz.

Ramazan Ayı ve Bayramı’nın kıymetini ve değerini bilen Müslümanlara bağışlanacak olan armağan ve lütufların bolluğu buradan anlaşılmalıdır.

Cenab-ı Hak, bizleri de bu mübarek günlerin değerini bilen cemaatten eylesin. Âmin.

Zatların diğer menkıblerini okumak için lütfen ismine tıklayınız.
Ahmed bin hanbel Ahmed bin hanbel Bişr-i Hâfi
Anahtar Kelimeler
Bişr-i Hafi hz. Bişr-i Hafi hz. Ramazan ayı ramazan-ı şerif