3 İhlas-ı Şerif
1 Fatiha
DUA : Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. İla şerefi ruhun nebiyyi ve ila ervahi ve alihi ve ashabihil kiram ve ila ervahi eimmetil erbaa ve ila ervahi meşahina fittarikatil nakşibendiyyetil aliyye hassaten ila ruhi Ebul-beha, ebul-fukara, ebul-alemin hazretel üstaz (Şeyh Şerafeddin) EL-FATİHA
Kendilerinin mürşidi, Habîbullah Cân-ı Cânân-ı Mazhar Hazretleri’dir.
Habîbullah Mercâni Hazretleri bir gün, Abdullâh ed-Dehlevi’yi çağırıp, “Oğlum, Ya Abdullâh, bugün sen halvete gireceksin yani yalnız kalıp, tenhaya çekileceksin. Ve gerçek İslâm dairesine gireceksin. Allah-u Teâlâ sana muîn, yardımcı olsun.
Oğlum dinle, bu Tarikat ve onun temeli ve parçası olan halvet ve benzer adap, çok kıymeti olan ilerleme ve yükselme yani terakkiyât-ı aziz olan bir meseledir. Hak ve doğru olan ile olmayanları ayırır, kıymetli sırları açığa çıkartır” dedi. Öyle sırlar vardır ki, gerçek anlamda insana ne olduğunu, nasıl bir makama uygun olduğunu gösterir. Tarikatımız, Ebu Bekir es-Sıddîk Hazretleri’ne bağlıdır ve kendileri de bunu bizlere, Cenab-ı Hakk’ın, mucib-i intikam yani ceza vermeyi gerektirecek sebepler ve yanlış davranışlarımızdan çıkıp, hakikat yani doğru yola girebilmemiz için armağan olarak bırakmıştır.
Habîbullah Mercâni Hazretleri devam etti, “Oğlum Abdullâh, benim üzerimde mürşitlik hakkı ve görevi, senin üzerinde de müritlik hak ve görevi vardır. Ben hakkımı tamamıyla üstümde tutmaya, korumaya görevliyim ve sen de görevlisin” dedi.
Bir Mürşid ve Mürebbi, bir müridini halvet ve uzlete, yalnızlığa ve buna benzer olan vücud-u cihad yani mücadelelere yollarken, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren, kıyamete kadar gelecek olan, Allah’ın birliğine inanıp, iman etmiş bütün zerreleri, bilmesi, tanıması ve hakîkatini anlayabilmesi gerekir. Bunu bilmeyen, Mürşid olamaz ve mürşitlik ünvanını taşıyamaz.
(Teberrük-Tezkiye-Tasfiye-Terbiye)
Ve hatta, bütün yaratılmış olanların, yeminlerini ve Yevm-i Misak yani kıyamet günü olacak hakikat ve hallerini de bilmesi lazımdır.
Nasıl ki, insanlar vücut ve kişilikleri ile çeşit çeşit ve Hak Teâlâ’nın onlara verdiği akıl, bilgi ve lütufları da çeşit çeşit, bunların hepsini, nasıl ve ne için verildiğini yani tüm gerçeği bilmesi gerekir. Bunları anlatıp, tarif etmesi de gerekir. Ehliyet, liyakat sahibi olanlara yani uygun olan ve hak edenlere, nasihat ve öğüt verme yoluyla tamamını anlatıp, bildirmeye gücü ve yetkisi olması lazımdır. Müridini ıslah ve ihyâ, yani iyileştirip, düzeltip, canlandırmak için nasıl bir yol gerekir, onu da bilmesi gerekir.
Hakikât-i Vusül yani gerçeğe ulaştırmaya aracı olacak her bir şeyi bilmesi lazımdır. Bu ilim ve hakikâti, Hak Teâlâ Hazretleri’nin ilminden alması gerekir.
Sultân-ül Ârifîn Ebu’ Yezid-il Bistâmî Hazretleri, “İnsan, isyan ederek, Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri’nin ilahi terbiyesini kazanabilir, bazen de ibadet ve taat ile yani emirlere uyarak yaşaması, onun azab-ı intikam yani cezalandırılmasına da sebep olur. Belki de yararı olmayan ve kurtuluşa götürmeyen ibadet, dalâlet yani yoldan çıkmaya fazlaca sebep olur” buyurdu.
Mesela bir kimse Hakk’a karşı gelip, taib ve nadim yani tövbekâr ve pişman olmazsa, ahirette kusur ve günahlarının derecesine göre sıkıntı ve eziyet çeker, muazzep olur. Fakat daha sonra affedilir, kurtulur. Ama, ibadet ile yoldan çıkmış olan kimseler, asla uyanmazlar ve o ibadetlerinin yanlış olduğunu da anlamazlar. Sonra ahirette, doğru şekilde ve edep içinde ibadet ederler.
Yapacakları, doğru olan ibadetlerine karşı Hakk’ın mükafatını gördükleri zaman ise, Nar-ı Hasret ile pişmanlığa uğrarlar.
Nar-ı Hasret, sıradan insanlar için Nar-ı Cahim’den dokuz derece daha acı ve ağırdır. Ehl-i Hakikat katında ise kırk derece ağır ve fazladır. Bu kimseler için, Cennet nimetlerinden lezzet almak ve zevk duymak yoktur.
Bir gün Mevlânâ Abdülkâdir es-Safedî K.S. Hazretleri, Hüseyn-i Hallâc-ı Mansûr Hazretleri’ne giderken, yolda büyük bir kabristana denk geldi. Orada bir kimseyi, büyük bir azap, sıkıntı içinde gördü.
Halbuki o kişi, yaratılıştan anlama, kavrama ve idrak etme yetenekleri yüksek olan yani fıtnattan idi. Nedir acaba bu mübarek kimseyi böyle sıkıntıya koyan mesele, diye düşünürken anladı ki, Yevm-i Ahd-ü Misak’ta olan hakikati anlayamadan bu dünyadan göç etmiş, bu kabir azabı ve sıkıntısı bunun içindir. İmam Abdülkâdir es-Safedî, Cenab-ı Hakk’a yalvardı ve duâ etti,
“Ya Rabbi, bu kişi, üstünde olan Nar-ı Hasret’ten başka bir sıkıntı ve azabı duymaz, anlamaz. Zaten Siz, abes yani anlamsız, gereksiz bir şey yaratmaktan münezzeh, uzaksınız. Bu kimse hakkında olan azabınız abes olmuyor mu?”
Hak Teâlâ Hazretleri’nden bir hatif, ses işitti, “Ya Abdülkâdir, Nar-ı Cehennem ve benzer azap çeşitleri ile ahz-ı intikam yani intikam almam, bana asi olanlar içindir. Nar-ı Hasret ise, dünya hayatında iken görevlerini yerine getirmeyen, Yevm-i Misak’ta kendilerine bağışlamış olduğum hazinelere ulaşmak için çabalamayan kişilere özeldir. Has kullarım için hazırlamış olduğumdur. İlahi gerçeklere ulaşmak için hakkıyla çalışmayan ve edna yani alt seviyede kalan kullarımın alacakları Nar-ı Hasret’tir”
Bu konuda Mevlânâ Abdülkâdir, bu Beyt-i Şerifi, sözleri söyledi, “Usike min nefsike izhari inne ledun anhuma fevka nasiri ma neva-il humumat ---- Bir kimse nefsine uyarak, aldanarak ibadet ederse, kazanabileceği çeşit çeşit hidayetlerden mahrum kalacağı için, bunun acısı türlü zehirli şeylerin acısından fazla olacaktır. Bu da Nar-ı Hasret demektir”
Bunun üzerine, Habîbullah Mercâni Hazretleri, Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri’ne, “Mürşid, bütün nebatat ve hayvanatın içinde olan Hükm-ü İlahiye yani İlahi kanunları ve Esrar-ı Rabbâniye yani Hak sırlarını bilmeli, farkında ve haberdar olmalıdır. Bu idrak ve kuvve-i kudsiye yani farkındalık ve gücün, mürşitte mutlaka olması gerekir. Ayrıca, bütün hayvanat ve nebatatın, neşvi yani gelişip, çoğalması için görevlendirilmiş olan meleklerin adet ve isimlerini ve her an yapmış oldukları hizmetlerin miktarını da bilmek lazımdır. Kısacası, lâ-şey yani en alt derecede önemsiz olan, bir çöp tanesi bile olsa, onun yaratıldığı andan itibaren, yolu ve terbiyesi için görevli olan meleklerin adet ve isimlerini bilmesi gerekir” buyurdu.
Sonra yed-i mübarekelerine, mübarek ellerine bir mısır tanesi alıp, “Ya Abdullâh, dinle bak bu mısır tanesi ne diyor?” dedi.
O mısır tanesi, Habîbullah Mercâni Hazretleri’nin işaret etmesiyle, Cenab-ı Hak, kendisini Ademden vücuda ihraç ettiği, yani yarattığı andan bugüne kadar yaşamış olduğu Mukadderat-ı İlahi yani yaşayacak olduğu her şey ve bunun uygulanmasını takip eden melekleri ve yapmış oldukları hizmetlerin tamamını tarif etti ve bildirdi.
Habîbullah Mercâni Hazretleri buyurdular, “Ya Abdullâh, Halîlullah İbrahim Aleyhisselâm nasıl ki itminan-ı kalp yani tam manasıyla ikna olmak için, o kuşların dirilmesini görmek ve incelemek arzu etti, ben de sana bu gerçeği kalbin mutmain yani emin ve şüphesiz olsun diye gösterdim. Şahit olduğun, gözlemlediğin şeyler, indallah ve ind’el ekâbir yani Allah ve büyüklerin katında emr-i azim, büyük emir, büyük iştir. Yeryüzünü bozmak ve karıştırmak da ind’el ekâbir büyük bir yanlış ve zulümdür. Sana bildirdiğim bu hakikat ve ilim, bunların tamamını bilen, anlayan ve idrak etmiş olan Habîbullah’a, nefsini teslim etmek için razı olmana, kâfi değil midir?”
Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri, “Ya Seyyidi, ben razıyım ve emrinize amadeyim, hazırım” dedi.
Habîbullah Mercâni Hazretleri, “Nefsini, dünyada olan bütün insanlar ve hatta diğer tüm yaratılmışlardan daha aşağı ve alçak görmedikçe, irşad edilmene yarayacak aracıları kullanmak mümkün değildir” dedi.
Dehlevi Hazretleri, “Ya Seyyidi, hikmeti nedir?” diye sorunca, Üstaz, “Biz Yevm-i Ahd-ü Misak’ta böyle söz verdik. Böyle makam-ı tevazu yani alçakgönüllülük ortaya çıkmadıkça irşad edemez” buyurdu.
Bu cevap üzerine, Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri meseleyi tam anlamıyla anladı ve Üstazının buyurduğu makam-ı tevazuya ulaştı. Üstazı, kendisini halvete gönderirken, “Ya Rabbi, bu kulunu öyle dirilteyim ki, Murad-ı Alilerinizi anlasın ve hayat-ı ebediye üzere yaşasın” diye duâ etti ve, “Ya Abdullâh, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin izniyle, seni kendi nefsine ve sana bağlı olanlara zulmetmeyeceğin bir dereceye ulaştırırım” buyurdu.
Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri, üç gün halvette kaldıktan sonra, Habîbullah Mercâni Hazretleri’nin emri üstüne dışarıya çıktı, halvetten ayrıldı. Fakat öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, zamanında bulunan bütün Evliyâ ve Mürşid-i Kiram, şaşırdı ve hayrette kaldılar.
Üstazı, kendisini Mürşid-i Terbiye derecesine ulaştırdı ve memleketine gönderdi. Memlekete varmadan önce bir kabristan yanından geçerken baktı ki, bütün Ehl-i Kubur on bir sıra olmuş halde ve Ehl-i Berzahtakiler duâ ediyorlar, “Ya Rabbi, böyle bir kimseyi yeryüzünden eksik etme” diye.
Ehl-i Berzahtakilerin yalvarışlarını, hayatta bulunan Zevat-ı Kiram yani şerefli, büyük kimselerden biri duydu, dinledi ve dedi ki, “Ya Rabbi, acaba böyle kimseler bir daha dünyaya gelir mi?”
Hatif, ses olarak cevap geldi, “Bundan seksen sene sonra, bundan bir derece daha kuvvetli bir kimse ortaya çıkar. O’nun ismi Nasrullah’tır”.
Habîbullah Cân-ı Cânân-ı Mazhar Hazretleri, veda etmeden önce son bir tavsiyede daha bulundu ve buyurdu ki, “Oğlum, Mümin ve Muvahhid yani Allah’ın birliğine inanıp iman etmiş bir kimseye, pişmeden ve vakti gelmeden, Tarikatımızın sırlarını açıklarsan ve Vakt-i Merhun yani zamanı gelmeden telkin edersen yani bu bilgileri kafasına yerleştirirsen, veyahut zamanı geldiği halde bunu ertelersen, yarın Ruz-i Mahşer’de, Tarikat-i Aliyye yani kıymetli yolumuzdan ayrı olacaksın”
Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri, “Ya Seyyidi, benden seksen sonra gelecek o kimsenin, (Nasrullah) hangi tarikat üzerine geleceğini bilmek isterim” diye sordu.
Habîbullah Hazretleri, “Buhara’dan gelecek ve ale’l-ıtlak yani muhakkak yedi tarikattan mezun olacak. Tarikatı da yaşatacak, canlandıracak yani ihya edecek” dedi.
Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri, “Mürşid ve mürebbileri yani terbiye eden, eğitenler kimlerdir?” diye sordu. Cevap olarak, “Mürşitleri, Muhammed Zâhid Alâî Buhârî Hazretleri’dir. Nasrullah Hazretleri’nin doğum gününü kendileri, meclislerinde bildirecek ve O’nun için mevlid yapacaktır”
Abdullâh ed-Dehlevi Hazretleri, “Ya Seyyidi, isterdim ki, o kimseye ben de hizmet edeyim” dedi.
Habîbullah Hazretleri, “Madem istiyorsun, sen bir kundak yaptırıp, Kaf Dağı’nın arkasındaki Büdelâ camisi olan Mescid-i Ulyâ’ya koydur. Muhammed Zahid, onu o sabiye yani çocuğa giydirecektir. Bu şekilde sen de hizmet etmiş olursun, bu da senin büyük saygı, hürmet ve mevlidin olur” buyurdular.
Alallahu Makamatihim daima.