3 İhlas-ı Şerif
1 Fatiha
DUA : Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. İla şerefi ruhun nebiyyi ve ila ervahi ve alihi ve ashabihil kiram ve ila ervahi eimmetil erbaa ve ila ervahi meşahina fittarikatil nakşibendiyyetil aliyye hassaten ila ruhi Ebul-beha, ebul-fukara, ebul-alemin hazretel üstaz (Şeyh Şerafeddin) EL-FATİHA
Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin yaşadığı dönemde, Taberistan yani İran memleketinde bir hükümdar vardı. İsmi Sinan İbn Habîb’di. Efendimiz Aleyhisselâm Hazretleri’nin Sahabe-i Kiram’ından, hasen-üs savt yani güzel sesi ile meşhur olan, yumuşak huylu Ebû Musa el-Eş'ari ile hüsn-ü suret ve cemâl yani gayet güzel-yakışıklı olan Dıhye-i Kelbî ismindeki sahabeleri memleketine davet etti. (el-Eş’ari Hz. - hicri takvimin bulunuşu)
Bu davetten amacı ise bu kimselerin sesini duymak ve güzellik ve heybetlerini görmek içindi. Fakat Cenab-ı Hak, her bir olayı bir sebebe bağladığı ve aracı kıldığı için, bu sahabenin davet edilmesi, otuz bir bin kimsenin İslam ile şereflenmesine aracı ve sebep oldu.
Bu neticeye nasıl ulaşıldığını, şimdi size anlatıyoruz.
Bahsi geçen Ebû Musa el-Eş'ari RA. Cenab-ı Hak Teâlâ’nın, kendisine özel ve üstün bir güzel ses ve zenginlik bağışlamış olduğu kimsedir. Büyük meclislerinde, Kur’an-ı Kerim okurken, güzel sesine dayanamayarak terk-i hayat edenlerin sayısı dört yüz yedi kişiye ulaşmıştı. Dıhye-i Kelbî RA. ise muazzam heybet ve güzelliğe sahipti. Dünyada kendisinden daha heybetli ve güzeli yoktu. Hatta Cibril-i Emin Aleyhisselâm, Efendimiz’e gelirken, O’nun şekli ve görünüşüyle gelirdi.
Taberistan padişahı olan Sinan, bu iki zatı davet etti. Ama Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm onları yalnız göndermedi. Üç yüz kadar sahabeyi beraber gönderdi. Büyük sahabelerin topluluğu, Receb-i Şerif’in birinci günü mahall-i maksud yani varılacak yere geldiler.
Sinan bunları çok güzel ağırladı ve ikramlarda bulundu. Dıhye-i Kelbî’nin yüzüne tesadüfen baktığı an birden bire bayıldı. Bu insan değildir, melek olsa gerektir diye düşündü. Az zaman sonra kendine geldi ve dedi ki,
“Ya ahi’l arab, arap kardeş, bu güzellik, küçüklüğünden beri sende var mıdır?” Dıhye-i Kelbî, “Evet vardır. Ancak, Muhammed Aleyhisselâm’a iman ettiğim günden sonra, Cenab-ı Hak bana daha fazla nur ve heybet bağışladı” dedi. Sonra Ebû Musa el-Eş'ari Hazretleri’ne bakarak,
“Resûlünüze inen Kelâmullah’ı oku da dinleyelim” dedi. Kendisi de Yusuf suresini okudular. Sinan kürsüsünden aşağıya düştü. Zeytinyağı ile yanan kandiller oynamaya başladı. Meclise öyle bir hal geldi ki, bu hal üzerine herkes dehşete düştü ve hayrette kaldı.
Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm’a Cibril-i Emin Aleyhisselâm geldi. Ebû Musa el-Eş'ari ile yol arkadaşlarının durumlarını anlattı. Yardım etmek için o meclise gideceğini söyledi.
Cibril Aleyhisselâm bu meclise, Dıhye-i Kelbî’nin şekil ve görünüşüyle geldi. Ebû Musa el-Eş'ari,
“Ya Dıhye, senin kardeşin var mıdır?” diye sordu.
Asıl Dıhye, cevap olarak, “yoktur” dedi. Ebû Musa el-Eş'ari,
“Bu gelmiş olan, mutlaka senin kardeşindir” dedi. Mecliste bulunanların üzerlerindeki hal kayboldu ve akılları başlarına geldiler. Padişah Sinan,
“Bu gelen misafir kimdir? ne taraftan gelmiştir? Mekke’li midir? Medine’li midir?” diye sordu. Cibril Aleyhisselâm,
“Ben bunlarla çok defa oturdum, sohbet ettim. Ama şimdi beni bilmiyorlar” dedi. Sonra, İncil-i Şerif’ten birkaç ayet-i kerime okudu. Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin özellik, huy ve ahlâğından bahsetti. İncil-i Şerif’te bildirilmiştir ki, Hâtem-ül Enbiyâ Aleyhisselâm’a Vahy-i İlahi, beni selim kabilesinden bir kimsenin şekil ve görünüşüyle indirilir. O beni selim kabilesinden olan kimse öyle biridir ki, annesinin karnındayken, Cibril-i Emin kendisine üflenmiş olan Peygamber Nurları’ndan bir kısmını O’nun vücuduna üflemiştir.
Padişah Sinan, “Size birçok meseleleri sormak istiyordum. Ama şimdiye kadar gördüğüm deliller bana yetti. Yine de bir sorum vardır. Onu sormadan kalbim tatmin olmayacak. Eğer cevabınız kalbimi mutmain ederse, ben de dininizi kabul ederim” dedi.
Ebû Musa el-Eş'ari, sormak istediği meseleyi sordu. Sinan,
“Sizin Resûlünüz Muhammed’in, Hakk’ın huzuruna gittiğini, yedi kat göğü geçtiğini, Hak Teâlâ’yı gördüğünü ve görüştüğünü iddia ettiğini duydum. Bu meseleyi bana aklın ve mantığın kabul edebileceği şekilde, delilleri ile ispat eder misiniz?” dedi.
Bu soru üzerine Ebû Musa el-Eş'ari, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’ne bir mektup yazmaya niyetlendi,
“Ya Resûlullah, biz burada bir konu hakkında zorlanıyoruz. Bizim, bunlara karşı yenilmememiz için, sahabenin büyüklerinden, ilim ehli olanları gönderiniz” diye. O an, Cibril-i Emin Aleyhisselâm inerek, meseleden Efendimiz’e haber verdi. Efendimiz de, İmam Ali, Kâ'bu'l-Ahbar ve İbn Abbas’ı davet ederek, Taberistan’a gitmeleri için emir etti. Cibril-i Emin Aleyhisselâm, Selman-ı Farisî’nin de aralarına katılması uygun olacaktır dedi.
Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri’nin emri ile, Cibril-i Emin Aleyhisselâm bunları yetmiş bin kanadından bir tanesinin üzerine alarak, Ebû Musa el-Eş'ari Hazretleri daha iki satır yazamadan, oraya yetiştirdi. Gelenleri gören Sinan, “Bunlar kimdir?” dedi.
Ebû Musa el-Eş'ari, İmam Kâ'bu'l-Ahbar’ı göstererek,
“Bu kimse ümmetin öyle alimlerindendir ki, Cenab-ı Hak Teâlâ kendisine, bütün Nebi ve Peygamberlerine indirilmiş olan İlahi kanunların tamamını öğrenerek anlayabilme gücünü bağışlamıştır”
dedi. İmam Ali Kerremallahu Veche Hazretleri’ni göstererek,
“Bu kimse de, Kâbe-i Muazzama’nın içinde dünyaya gelmiş ve geldiği an, Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri’ne secde etmiştir” diyerek bu şekilde bütün sahabelerin vasıflarını anlattı.
Kâ'bu'l-Ahbar Hazretleri ayağa kalkarak, İmam Ali Hazretleri için,
“Bu kimse Kâbe-i Muazzama’da dünyaya geldiğinde, bütün aslanlar, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiler. Bu kimsenin büyüklüğüne hürmet olsun diye” buyurdu.
İmam Ali Kerremallahu Veche şaşırarak sordu,
“Ya Kâ'bu'l-Ahbar, sen bu bilgiyi hangi kaynaktan aldın? Ben bunu bilmiyordum” Kâ'bu'l-Ahbar cevap olarak,
“Ya İmam, eğer dinlemek istersen ben sana, senin daha garip ve acaip olan hakikatini anlatayım” dedi. Sonra padişah Sinan’a,
“Bize ne sormuştun? Ne öğrenmek istiyordun?” diye sordu. Sinan,
“Sizin Resûlünüz Muhammed’in Miracını ve göğe yükselmesini delil ile kanıtlamanızı” dedi.
Kâ'bu'l-Ahbar, “Sana Kütüb-ü Münezzile yani indirilmiş olan kitaplardan mı kanıt göstereyim yoksa aynen müşahede etmek yani görerek gözlemlemek mi istersiniz?” diye sordu.
Padişah Sinan, “Nasıl isterseniz gösteriniz” dedi.
Bu meclisin toplanmış olduğu gece, Leyle-i Mirac’a denk gelmişti.
Kâ'bu'l-Ahbar, “Biraz sabredin” diyerek, İmam Ali Kerremallahu Veche Hazretleri’ne, cemaat için nasıl bir hizmet yapacaklarını sordu. Aynı anda padişahta, “Bizim asıl amacımız buydu, yoksa bu konuda bir şüphemiz yoktu. Güvenceniz bize yeter” dedi.
Kâ'bu'l-Ahbar, “Eyyühel-melik, sen bizim sözümüze razı olup, iman edersen, sana bağlı olanlar da buna uyarlar mı?” diye dordu.
Padişah, “Evet, bu memlekette benim kabul edeceğim Hakk’ı kabul etmeyecek, bir kimse bile yoktur” dedi.
Selman-ı Farisî Radiyallahu Ahn buyurdu ki,
“Bizim buraya gelmemizin sebebi olan, Allah’ın yardımı sayesinde burada bulunan cemaatin tamamı, İman ve İslâm Nuru ile müşerref olacak yani şereflenecektir”
Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’nin, Mirac-ı Şerif’inin zamanı yaklaşınca, Kâ'bu'l-Ahbar,
“Ey cemaat, siz evlerinizden, bir yaşıyla, beş yaş arasında olan çocuklarınızı getiriniz” dedi. Bahsedilen köyden, iki yüz kadar çocuk getirdiler. Kâ'bu'l-Ahbar buyurdu ki,
“Çocuklarınızı meclisin ortasına koyun, sizler de karşıda durunuz”
Dıhye-i Kelbî de, “Ey cemaat, bu tüyü bitmemiş çocuklar şahitlik ederler ve Mirac-ı Nebeviyye’yi tasdik ederlerse ne diyeceksiniz?”
dedi, cemaat hep bir ağızdan, tasdik eder, iman ederiz dediler.
Kâ'bu'l-Ahbar Hazretleri buyurdu ki,
“Ey günahsız çocuklar, sizin Resûlünüz olan Muhammed Aleyhisselâm’ın miracına ne diyorsunuz?” Çocuklar cevap olarak,
“Cenab-ı Hak Teâlâ, O’nu Huzuruna davet etti. Ve Ayât-ı Kübra yani en yüce ayet ve delilleri gösterdi. O Mirac gecesinde, Hak Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu, Fıtrat-ı İslâm şarabından bize de içirdi. Biz de bunu unutmadık” dediler.
Bütün cemaat, âmennâ ve saddaknâ diyerek Kelime-i Şehadet getirdiler. Kâ'bu'l-Ahbar tekrar sordu,
“Evlatlarım, İsa Aleyhisselâm hakkında ne dersiniz?”
Çocukların içinden Sadun isminde olan çocuk dedi ki,
“Cenab-ı Hak Teâlâ Hazretleri’nin kulu ve Resûlüdür. Kendisi gökten inerek, Ümmet-i Muhammed’e hizmet edecektir. Kendisi de bu geceye benzer bir gecede miraç olmuş yani göğe yükselmiştir”
Hiçbir Nebi ya da Peygamber’e kısmet olmayan yirmi dört bin fazilet ve keramet, bu ümmet-i merhumeye kısmet olmuştur. Bu faziletler, kıyamete kadar kalıcıdır. Bu mecliste, bir âlim vardır ki, kıyamete kadar gelecek olan ümmet fertlerinin kısmetlerini ve ulaşacakları hisselerini bilir.
Sonra, Ebû Musa el-Eş'ari bu toplantının sonunda, Sure-i Kasas’ı okudu. Padişah Sinan ile beraber yüz yedi kişi parçalanıp, vefat ettiler. İçlerinde, o çocukların babaları da vardı. Çocuklar, hep bir ağızdan, yüksek bir sesle,
“Elhamdülillâh-i Teâlâ, babalarımıza hakiki hayatı bağışlayan, Cenab-ı Hakk’a, binlerce hamd ü senâ ederiz” dediler.
Bunların makabiri meşhurdur yani mezarları bilinir. Duaları kabul olunmuş, olanların makamlarındadırlar. Özellikle, padişah Sinan Hazretleri’nin mezarından alınan bir miktar toprak, cüzzam ve baras – vitiligo hastalarına sürülürse, derhal iyileşip, şifa bulurlar.
Kâ'bu'l-Ahbar Hazretleri,
“Ey cemaat, şu an içinde olduğumuz mübarek geceden ve büyük fırsattan faydalanın. Böyle fırsatlar olan bir gece, bir daha gelecek değildir. Ancak bir gece gelecektir ki, biz görmeyeceğiz, bizim evlat ve torunlarımızdan, yirmi beşinci nesil ancak görecektir. Cibril-i Emin Aleyhisselâm, Davud Aleyhisselâm Hazretleri’ne geldiğinde, esteizubillah, ‘Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ard - Ey Davud, gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık’ diyerek, bu gece ve gelecek olan o gecenin kutsallığı ve yüceliğinden bildirmiştir. Her iki gece, Cenab-ı Hak Teâlâ bir rahmet kapısı açacaktır ki, o rahmetten hiçbir Nebi, büyük Peygamber ya da onların ümmetlerinin bir kısmeti yoktur. Cenab-ı Hak, bahsedilen ikinci gecede, o evlatlarımıza Tac-ül Hilafet giydirir. Cehennem tabakalarının irade ve idaresini kendilerine bırakır. Görevli olan melekler, vazifelerini terk eder. O Ricalullah, Nebi ve Peygamberlerin şefaatlerini kazanamamış olan, günahkâr ve asi olan ümmete şefaat ederler. Onlar, bizim evlat ve torunlarımızdandır” buyurdu. Selman-ı Farisî buyurdu ki,
“Ya Kâ'bu'l-Ahbar, o kimseler ile toplanıp, tanışabilmek için bir aracı ya da çare yok mudur?”
O an, bahsedilen kimselerin zerreleri hazır oldular. Üzerlerinde yeşil cübbe ve imameler yani sarıklar da vardı. Cibril-i Emin Aleyhisselâm, Mescid-i Kubâ’yı alıp bulundukları meclisin önüne getirdi. Kâ'bu'l-Ahbar buyurdu ki,
“Bu Kuba Mescidi’nde, bu kimseler yirmi dört bin defa Kur’an-ı Kerim’i hatim ederler. Her bir kelime sayesinde, yetmiş bin büyük ve küçük günah af olunur”
O Ricalullah’ın içinden, Necibüddin ,
“Ya Selman, bizi meclisinize davet ettiğiniz için sana özel bir mükafat vereceğiz. Kur’an-ı Kerim’den hangi surenin sevabını verelim?” diye sordu. Selman-ı Farisî Hazretleri,
“Resûl-i Ekrem Aleyhisselâm Hazretleri’ne sorarım. Ondan sonra size cevap vereceğim” buyurdu.
Bahsedilen mübarek meclisin üzerinde olan Allah’ın yardım ve inayeti sayesinde, yedi bin kimse İslâm ile şereflendiler. Üç bin kişi Efendimiz’i ziyaret edebildiler. Bu Ricalullah’ın hatim ettiği Kur’an-ı Kerim’den bir tek kelimenin sevabı, bütün Nebi’lere inmiş olan Kelâmullah’ın hatimlerinden kazanılacak sevabın üzerindedir. Onların duaları, ancak Efendimiz’in şefaat ederek affına aracı olacakları günahları affettirmeye aracı olur.
Bahsedilen mecliste, on yedi adet mucize gerçekleşmiştir.
Cenab-ı Hak Teâlâ, bizleri, yüksek meclislerinin feyiz ve bereketinden, faydalanan, yararlanan ve istifade edenlerden eylesin. Amin.